Müzik, diğer sanat dalları gibi, hem sakinleştirici ve keyif verici hem de kışkırtıcı ve rahatsız edici bir role sahiptir. Dinleyiciler genellikle müzikten huzur ve rahatlama beklerken, disonans (uyumsuzluk) adı verilen bir öğe, müziğe gerilim katabilir ve dinleyiciyi rahatsız edebilir. Ancak makale, disonansın müziğin ayrılmaz bir parçası olduğunu ve uyum kadar önemli olduğunu vurguluyor. Başlangıçtan itibaren müziğe yerleşmiş olan disonans, eserlere derinlik ve ifade gücü katmaktadır.
Johann Sebastian Bach'ın eserleri, gerilim yaratmak ve ardından uyuma dönerek çözüm sunmak için disonanslarla doludur. Wolfgang Amadeus Mozart bile, "Disonans" adlı yaylı dörtlüsünde, alışılmadık akorlarla başlayarak dinleyiciyi şaşırtmıştır. Bu örnekler, disonansın müzik tarihinde yeni bir olgu olmadığını, aksine bestecilerin ifade araçlarından biri olduğunu göstermektedir. Ancak 20. yüzyılda, disonansın kullanımı radikal bir değişime uğramış, özellikle Arnold Schoenberg'in öncülük ettiği on iki ton müziği ve sericilik akımıyla birlikte disonans, müziğin baskın unsuru haline gelmiştir. Bu dönemde, disonans bazen diğer müzikal araçları dışlayacak ve hatta küçümseyecek kadar öne çıkmıştır.
Ned Rorem gibi bazı besteciler, bu akımı "seri katiller" olarak nitelendirerek geleneksel güzellik anlayışının terk edilmesini eleştirmişlerdir. Ancak makale, müziğin güzelliğinin dinleyicinin kulağında olduğunu belirten basit bir gerçeğe dikkat çekiyor. Yani, bir eser birine rahatsız edici gelirken, bir başkası için derin bir estetik deneyim sunabilir. Disonansın müziğin sadece bir aracı değil, aynı zamanda başlı başına bir ifade biçimi olabileceği ve bu "uyumsuzluğun" kendine özgü bir güzelliği barındırabileceği fikri, makalenin temel mesajını oluşturuyor.
Müziğin sadece uyumlu ve rahatlatıcı değil, aynı zamanda rahatsız edici ve kışkırtıcı olabileceğini, disonansın müzik tarihinde her zaman var olduğunu ve estetik bir değer taşıdığını gösteriyor.