Modern kültür, hızlıca cevaplanabilecek sorulara odaklanmış durumda. Akademide de fonlar genellikle kısa sürede sonuç verecek projelere ayrılıyor ve bu durum, kariyer inşa etmenin temelini oluşturuyor. Ancak makale, en önemli soruların bu şekilde yanıtlanamayacağını savunuyor. Bir sorunu çözmek veya bir hedefe ulaşmak için adım adım bir planınız varsa, aslında araştırma değil, geliştirme yapıyorsunuzdur. Gerçek araştırma, belirsiz bir hedefe doğru, sezgiler ve içgüdülerle ilerlemeyi gerektirir; işte büyük atılımlar bu yolla gerçekleşir. Geliştirme, bir harita üzerinde ilerlemekken, araştırma haritasız bir hedefin peşinden gitmektir. Hızlıca cevaplanabilecek sorular üzerinde çalışmak, bilinenin sınırları içinde kalmak demektir; oysa yavaşlık, keşfedilmemiş bölgeleri ve beklenmedik buluşları mümkün kılar. Johann Friedrich Böttger'in altın ararken porseleni keşfetmesi veya Andrew Wiles'ın Fermat'ın Son Teoremi üzerinde yedi yıl boyunca gizlice çalışması gibi örnekler, yavaşlığın araştırma için ne kadar değerli olduğunu gösterir.
Makale ayrıca, zeka tanımımızın da hıza yönelik bir önyargı içerdiğini belirtiyor. Modern zeka tanımı, iyi tanımlanmış problemleri çözme hızına odaklanmıştır. IQ testleri, aslında problemleri ne kadar hızlı çözdüğünüzü ölçer, çözüp çözemediğinizi değil. Bu testler, üzerinde çalışmaya değer problemleri seçme veya belirsiz durumlarda ilginç adımlar atma yeteneğini tamamen göz ardı eder. Sonuç olarak, birçok insan, zekalarının bu dar tanıma uymadığı için anlamlı bir katkıda bulunamayacakları yanılgısıyla yaşar. Yazar, balığı ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılamanın, tüm hayatını aptal olduğuna inanmasına neden olacağı benzetmesini kullanarak bu durumu eleştirir. Bu hız ve IQ takıntısının kısmen, kötü bilimin tekrarlanarak doğru kabul edilmesinden kaynaklandığına dikkat çekilir.
Gerçek bilimsel ve entelektüel ilerlemenin, mevcut hız odaklı kültürün aksine, yavaşlık ve belirsizliği kucaklamayı gerektirdiğini vurguluyor.